28 Nisan 2015 Salı

Bir Garip Çobanın Sırlı Duası!!


Harika Bir Öykü..
Onu Da Sen Ağırla.
Günahkâr bir adamdı, ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan, ' ölse de, kurtulsak ' diyorlardı.
Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise, adamın haline üzülse de ses çıkarmazdı, çıkaramazdı.
Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.
Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyordu, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu.
İyice zayıflamıştı, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor,
' ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin ' diye yalvarıyordu Allah' a...
Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu, dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerde sızıp kalmıştı!
Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bi yanına baktı, yoktu.
Eve gelmiştir belki diye koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaz durdu.
Duası bitmek üzereydi ki, kapının çalındığını duydu.
Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyordu, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç-bela sedire kadar taşıdı.
Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü, ölmüştü...
Kadıncağız kocasının başında epey bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı.
Kalktı, imamın evine gitti.
- Hocam... Diyebildi hıçkırarak, bizimkisi...
Söyleyemiyordu, ama İmam Efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.
- O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini, deyip kapıyı kapadı.
Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü.
Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omuzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.
Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü.
Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omuzundan kayarken, dizlerinin üzerine çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.
Hışımla yaklaştı muhtar:
- Onu nereye götürüyorsun, dedi, mezarlığa götüreyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden...
Kadın gözlerini çarşafın üzerine dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.
Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adım atacak hali yoktu. Kendi kendine;
- Şuracığa gömeyim adamımı, dedi, kimseler rahatsız olmaz burada...
Tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.
- Dert etme, dedi, ben yardım ederim sana.
Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti.
Birkaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek evine döndü.
Yorulmuştu.
Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta.
Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı muhtar. Bir yandan tokmağı vuruyor, bir yandan da ' İmam Efendi, İmam Efendi...' diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.
- Bir rüya gördüm, dedi muhtar, hocam o berduş, o serseri adam Cennet' teydi. Bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun diyordu.
Rüyayı duyana imamın benzi attı, kendisi de hemen hemen aynı rüyayı görmüştü.
' Gel hele, içeri gel...' demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler.
Koşarak geliyor, bir yandan da bağırıyordu:
- Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda...
Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince, kadının yanına gitmeye karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu ama neydi?
Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olan biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular.
Kadıncağız her şeyi anlattı, can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.
Bir yandan yürüyor bir yandan da aralarında konuşuyorlardı; ' bu çoban bir evliyaydı herhalde, belki de Hızır' dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değidi.'
Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, ' hayırdır inşaallah ' dedi. Oturdu, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar.
Çoban söylenenlerden hiç bir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.
- Ben bir garip kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda oturup dua ettim sadece, hepsi bu...
Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çoban da söyledi;
- Allah' ım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelir yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım.
Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla...
ÇAY Sokağı Sakinleri

25 Nisan 2015 Cumartesi

YANLIŞ SAVUNMANIN BEDELİ

kaza







“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir.” (Kur’an-ı Kerim, Şura-30)
    Portekiz’de 27 yaşındaki Sophie Lagoa ismindeki bir kadın sürücü, sarhoş bir vaziyette araba kullandığı gerekçesiyle trafik polisleri tarafından yakalanarak mahkemeye sevk edilir.
    Kadın, oldukça ağır olan bu trafik cezasından kurtulabilmek için sahasında çok iyi bir avukat olan Eduardo Borja ile anlaşır. Avukat, bütün mesleki marifetlerini kullanarak bayan Sophie’yi ceza almaktan kurtarır.
    Başına gelen musibetten ders alıp uslanmayan Sophie Lagoa, beraatini kutlamak için bir bara gidip sarhoş oluncaya kadar içer. Daha sonra da yine sarhoş vaziyette direksiyonun başına geçer.
    Ve o sarhoş kafayla yolda giderken bir vatandaşa çarparak onu yirmi metre kadar arabasıyla sürükler. Perişan vaziyette hastaneye kaldırılan adam bütün müdahalelere rağmen kurtarılamayarak ölür.
    Bayan Sophie Lagoa, hapishanenin yolunu tuttuktan günler sonra, arabasıyla çarparak ölümüne sebep olduğu adamın, kendisini sarhoş araba kullandığı gerekçesiyle ceza almaktan kurtaran avukat Eduardo Borja olduğunu öğrenecektir.

Vücudumuzun 24 saati


Uzmanlar gece saat 23:00-04:00 arasında uyumanın çok önemli olduğuna dikkat çekti
insan
 





06.00 Kortizon salgılamasıyla organizma uyanıyor. Bu uyanma vücut için kendini yavaşca kalkmaya hazırlama işareti. Metabolizma hareketleniyor, günün işleri için enerji ve protein hizmete hazır oluyor.
07.00 Vücut hâlâ zayıf. Spor yapmaktan kaçının. Kalbe ve dolaşıma gereksiz yüklenirsiniz. Spor yerine kahvaltı edin, sindirim bu saatte mükemmel çalışıyor.
08.00 Libidonun en yüksek olduğu saat. Fazla miktarda hormon salgılanıyor. Sigara tiryakileri için de durum aynı. Kahvaltı sigarası damarları her zamankinden daha fazla çok daraltıyor.
09.00 Vücudun dinç, kuvvetli olduğu saat. Herhangi bir hastalık için iğne olacaksanız bu en doğru zaman. İğnenin ateş ve şişme gibi yan etkileri ender olarak görülüyor, vücut röntgen ışınlarına karşı daha dirençli oluyor.
10.00 Organizmanın kendine gelme, ‘ben burdayım’ deme saati. Fazla enerjik, vücut en yüksek ısı seviyesinde. Verimliliğimiz de öyle. ‘Kısa süre belleği’ iyi durumda. Bir önemli ayrıntı: 10.00 ile 12.00 arası enfarktüs olaylarına sık rastlanıyor.
11.00 Vücudun tam formunda olduğu, verimli olmaya programlı bir saat. Kalp ve dolaşım o kadar zinde ki yapılan muayenelerde kalpteki bir bozukluk gözden kaçabilir. Hazır cevaplık tavan yapar, özellikle hesap işleri, matematik ödevleri zorlanmadan çözülür.
12.00 Dinlenme saati. Dikkat azalıyor ve insanı uyku basıyor. Midedeki asit miktarı fazlalaşıp, beyindeki kan akımı azalıyor. Zira kan sindirim organlarını desteklemesi için mide tarafından kullanılıyor.
13.00 Vücut formdan düşüyor. Verimlilik gün ortalamasının %20 aşağısına iniyor. Bütün organlar en alt düzeyde çalışıyor, sadece safra öğle yemeğini hazmetme faaliyeti gösteriyor.
14.00 Bitkin oluruz. Çünkü tansiyon ve hormon düzeyi düşüyor. Diş doktorundan korkanlar için en uygun randevu saati. Çünkü bu saatte acı az hissediliyor. Lokal anestezi uzun süre devam ediyor (30 dk.)
15.00 Enerji geri geliyor, bellek tam formunda. İkinci verimlilik dönemi başlıyor ama sabahkinden az.
16.00 Spor için en iyi saat. Tansiyon ve dolaşım çok iyi durumda.
17.00 Organların faaliyeti üst düzeye çıkıyor. Kuvvet artıyor, oksijen harcanıyor, böbrekler ve mesane çok çalışıyor. Tırnaklar ve saçın en çabuk uzadığı zaman. Midedeki asit miktarı fazlalaşıyor. 17.00 ‘ye doğru mide kanaması geçirme riski artıyor.
18.00 Akşam yemeği için ideal saat. Pankreas bu saatte özellikle aktif
19.00 Kan basıncı ve nabız tembelleşiyor. Bu nedenle kan basıncı düşüren ilaçlara dikkat, tehlikeli olabiliyorlar. Antidepresanların tesiri de bu saatte daha fazla.
20.00 Karaciğerdeki yağ düzeyi düşüyor ve kirli kan kalbe her zamankinden daha fazla akıyor. Alerjisi olanlar ve astımlılar ilaçlarını bu saatte almalı. Etkisi hemen görülüyorr. Antibiyotikler de az dozda alınsa bile etkileri en üst düzeyde oluyor.
21.00 Sindirim organlarının günlük görevi sona eriyor. Gelen herşey midede sabaha kadar hazmedilmeden kalıyor ve bu çok tehlikeli. Kalan yemekler bağırsak sahasındaki mukozaya hücum ediyor.
22.00 Vücudun polisi akyuvarlar aktif hale geliyor. Sigara içenler dikkat! Bu saatten sonra vücut nikotin gibi zehirleri çok zor atıyor.
23.00 Organizma gün boyunca aktif faaliyet gösteren stres hormonunun salgılamasını durduruyor. Sakinleşip, rahatlıyoruz. Salgılanmaya başlanan melatoninle birlikte karaciğer vücudu yenilemeye başlıyor. Vücut en iyi bu saatte dinlenmeye başlıyor
24.00 Uyurken deri hücreleri durmadan çalışıyor, gündüz olduğundan daha sık bölünüyor. İlk rüya safhası, yarım saat içinde rüya görmeye başlıyoruz…
01.00 Verim en alt düzeyde. Bu saatte çalışanlar hata yapabiliyor, dikkat azalıyor, çünkü vücut kendini uyumaya programlıyor.
02.00 Araba kullananlar dikkat: Görme zayıflıyor, tepkiler yavaşlıyor, kazalar bu saatte çok oluyor
03.00 Bedenin de ruhun da en karanlık safhası. Melatonin hormonunun salgılanması tembel ve kararsız yapıyor. İntihar edenlerin sayısı fazlalaşıyor.
04.00 Stres hormonundan enerji kazanıyoruz. Enfarktüs krizleri saat 04.00 ile 06.00 arasında çok oluyor; çünkü kan basıncı oldukça yükselip, damarlar geriliyor. Doğum yapma olasılığının en yüksek saati.
05.00 Stres hormonu bizi faaliyete geçiriyor ve gündüz değerinin tam 6 katına çıkıyor. Vücudumuz harekete geçiyor kaybolan enerji yeniden geri geliyor. Gelsin, yeni bir gün başlıyor.

Sahip Olduklarımızın Değeri



Sahip olduklarımızla yetinmeyip, daha fazlasını istemek belki fıtratımız gereği. Ancak isteklerimizin sınırsızlığı ve onları elde etmekteki hırsımız, sahip olduklarımızın değerini unutturan körlüğe itiyor bizi. Hep daha çok ve daha özel şeyler istiyoruz.
Halbuki sahip olduğumuz her şey başlı başına birer nimet. Ve bu nimetlerin herkeste bulunuyor olması da kıymetini azaltmaz. Bütün insanlarda bir çift gözü bulunması gözümüzün değerini nasıl azaltabilir ki? Ya her an farkında olmadan alıp verdiğimiz nefes!.. Varlığımızın sebeplerinden biri değil mi? Başımız biraz sıkışınca aklımıza gelen annemiz, babamız, kadeşlerimiz ve dostlarımız… Hepsi bizler için birer liman değil mi?
Yoğun hayat temposu bize unutturuyor ama bir  kez daha hatırlayalım:
İnanan bir  kalbimiz ve sağlıklı bir bedenimiz varsa, milyonlarca insandan daha bahtiyarız.
Buzdolabımızda  yiyecek bir şeyler, sırtımızda bir elbisemiz, başımızın üstünde bir çatı ve uyuyacak bir yatağımız varsa, bu dünyada yaşayan insanların %75′inden daha zenginiz.
Eğer bir savaşın korkunçluğunu yaşamamış, bir hapishanenin yalnızlığını tatmamış ve açlık içinde kıvranmamışsak, bu dünyada yaşayan 500 milyon insandan daha şanslıyız.
Ve eğer bu yazıyı okuyabiliyorsanız, yeryüzünde okuyacak hiçbir şeyi olmayan en az iki milyar insandan daha talihlisiniz demektir.

Akif Güler Semerkand Dergisi

MUTLAKA OKUYUN Bir şey kaybetmezsiniz. Fakat çok şey kazanırsınız.



Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı… Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde..
    Deniyordu ki;
    – “Arada bir, çok bunaldığınızda, hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün…” cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım…
    Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum…. Ama “Kendi ölümümüzü ve cenazemizi” düşünmemiz tavsiye ediliyordu…
    Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an… Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim…
    Diyordu ki;
    – “Bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı terkettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız… Özellikle insanların sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın…
    O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün… Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin…. Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bu acının ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın…
    Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz… Orda, o musalla taşında düşünün kendinizi seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini… Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin”..
    Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım…. Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine…
    Birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini… Hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı…Görüyordum işte “babaaaa…” diye ağlayan biricik oğlumu…. Eşim kucağında “ağlayan emanetimle” ayakta durmaya çalışıyordu per perişan…. Koca çınar babacığım belli belirsiz dualar okuyordu, o gözümden hala gitmeyen vakur duruşuyla… Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem içine hem dışına akıtıyordu gözyaşlarını… Kardeşlerim, akrabalarım “Çok erken gitti, doyamadı oğluna..” diyordu acıyan ses tonlarıyla… Ve dostlarım… onlar da şaşkındı… Bazısı “daha dün birlikteydik, nasıl olur..” diyordu…
    Bunları seyredip onlara “Hayır ölmedim, burdayım..” demek istedim hayal olduğunu unutup…Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamını okumadan kitabın…
    Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide… Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelmeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti yazar… Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı, ne de isteğim… Almam gereken dersi ve mesajı almıştım… Şimdi ne kitabın adını ne de yazarı hatırlamıyorum… Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum… Bu olayda tek farkındalık da yok üstelik… Biraz kendime geldikten sonra devam ettim hayatımın en zor hayaline… Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde neler söyleyecekleri vardı…
    Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında… Onlarda bıraktığım izleri, yaşananları ve yaşanamayanları elden geçirerek ben konuşturacaktım hayalimde….İçlerini okuyacaktım, senaryo bana ait olarak…. Yaşarken neler yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım… Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım, ölüm acısının etkisiyle girilen duygusal mod değildi, deşifre etmem gereken metin…
    Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu… Özleyecekti, yokluğumu hissedecekti.. Ağlayacaktı aklına geldikçe… Belki ölümün ne anlama geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine geçmeyecekti duyguları… Ama hayal bu ya, 18-20 yaşına getirdim 2 saniyede oğlumu…
    – “Hayal – meyal hatırlıyorum be baba seni… Keşke şimdi yaşıyor olsaydın da erkek erkeğe sohbet etseydik seninle… Bak mezuniyet törenimde de babasızdım… Askere giderken kimin elini öpeceğim senin yerine…” diyecek canı yanarak bir köşede…
    Sevgili eşim… Benim muhteşem hatunum… Nasıl dayanır bensizliğe…O ki benim için herşeyini feda edip koşmuştu bana…Hayatının tek adamı şimdi toprak olacaktı… Bir daha seni seviyorum diyemeyecekti…. bir daha hevesle açamayacaktı çalan kapıyı…. Ve her gelen gece bensizliğini haykıracaktı yüzüne… Her sabah da bensiz başlayacaktı koca gün… Tek cümlesi takıldı o an içime; “Oyunbozanlık yaptın be böceğim, hani beraber ölecektik…”
    Babam – annem, o bugüne kadar evlat olarak mutlu edecek hiçbir şey yapamamanın acısıyla kahrolduğum güzel insanlar…Helaldi şüphesiz hakları… Bilerek hiç kırmamıştım onları…Üzerine titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü işte… Önlerinde ve dualarına muhtaçtım… Kaç anne ve babanın çekebileceği bir acıydı ki evladının cenazesinde bulunmak…. Herhalde insanın uzun yaşadığına üzüldüğü nadir anlardan olsa gerek..
    Diğerlerine geçmiyorum…Bu yazıyı şu an ( 04-03-2005) yazıp sizlerle paylaştığıma göre “Diğerlerine” artık sizler de dahilsiniz… Düşünün, birgün bir mail ulaşıyor mail-boxınıza “Hattat Taner ölmüş” diye… Sizler kimbilir neler düşünür ve yazardınız…Eşim şu an yanımda ağlıyor, sanki gerçekmiş gibi…Oysa ki yazarın amacı “Yaşamanın ve hala nefes alıyor olmanın kıymetini” göstermekti… Benim de öyle…Lafı çok uzattım farkındayım…Ama hayat dediğimiz çözümü zor süreç 2 satırla özetlenemeyecek kadar girintili – çıkıntılı…
    Ben o gün kurduğum o hayalle, canımın tüm yanmasına rağmen YENİDEN DOĞDUM… Bilgisayar diliyle “format attım hayatıma”… sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim…
    Gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş, oyun perde demişti…Peki ya hayal değil de, gerçek olsaydı ve perde bir daha açılmamak üzere kapansaydı…
    İşte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı… belki gerildiniz, kötü oldunuz ama devamını getirirseniz buna değer bence… Ben bu akşam melankoliğim ve biraz abartmış olabilirim… Hani sanatçı ve şairiz ya ondandır belki…
    Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın…LÜTFEN ARADA BİR, BURADAN ALDIKLARINIZI TARTIN, DÜŞÜNÜN VE HAYATINIZI GÖZDEN GEÇİRİN… ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah’ tan başka bilen yok…
    İşte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken yapabileceklerinizi yapın, ertelemeyin…Bilerek – bilmeyerek kırdığınız kalpleri tamir edin… Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın…
    Biraz Hıncal abi tarzı olacak ama, sevginizi ve verdiğiniz değeri haykırın onlara iş işten geçmeden….
    Ve en önemlisi; VERDİĞİ – VERMEDİĞİ, ALDIĞI – ALMADIĞI HERŞEY İÇİN, TEKRAR TEKRAR ŞÜKREDİN YÜCELER YÜCESİ YARADAN’ A…
    Evet… Tanışayım, tanışmayayım, yazılarımın ulaştığı ve beni gıyaben tanıyan herkes, hepiniz…Sizlerle paylaşmak, dertleşmek beni mutlu ediyor, keyif ve onur veriyor…Art niyetle kullananlara inat, interneti “Adam gibi kullanan” sizlerle aynı platformda olma şansıma şükrediyor ve bu güne kadar yolladığım maillere gösterdiğiniz ilgi ve sabra teşekkür ediyorum…
    Sizi seviyorum “dostlarım”…Herkese derin sevgi ve saygılarımla…

 Alıntı.

Bir de E-mail'iniz Olsaydı...


Personel şefi kısa bir iş görüşmesini takiben ve test (yer temizletme) yaptıktan 
sonra şunu söyler:
   ” – İşe kabul edildin, bana e-mail adresini ver, sana başlama tarihini ve getireceğin evrakları bildireceğim.”
   Adam boynu bükük bir şekilde bilgisayarının ve tabii ki e-mailinin olmadığını söyler.
   Personel şefi bu durumda yaşayan birisi olarak düşünülemeyeceğini ve yaşamayan birisini de işe alamayacağını yüzüne vurur. Adam ne yapacağını bilmez ve kırgın bir şekilde ve cebinde sadece 10$ ile dışarı çıkar.
   Hale gidip 10 kg domates almaya karar verir, kapı kapı dolaşarak domatesleri satar ve sermayesini iki katına çıkarır. Bu işi üç kere daha yapar ve sermayesini 160 $’a yükseltir.
Artık bu şekilde yaşamını devam ettirebileceğine kanaat getirir. Her sabah evinden biraz daha erken çıkar ve daha geç döner.
   Her gün parasını katlamakla meşguldür. Kısa bir zaman sonra bir el arabası satın alır, daha sonra bunu bir kamyonla değiştirir. Bir süre sonra bir sevkiyat filosunun sahibidir artık. 5 yıl sonra adam ABD’nin en büyük gıda distribütörü olmuştur.
   Artık ailesinin geleceğini düşünür ve bir hayat sigortasına başvurur. Görüşmenin sonunda sigortacı teklifini göndermek üzere e-mail adresini ister. Adam e-mail adresinin olmadığını söyleyince sigortacı şöyle der:
   ” – Çok tuhaf, bir e-mailiniz olmadan böyle bir imparatorluk kurmuşsunuz, hele bir de e-mailiniz olsaydı ne olurdunuz kim bilir..”

   Adam düşünür ve şöyle cevap verir : ” – Microsoft ‘ da temizlikçi olurdum.”

18 Nisan 2015 Cumartesi

Bir ipin hesabı


Zenginin biri ölmeden önce şöyle bir duyuru yapmış ;
"Ben öldüğümde, kim benimle mezarda bir gece kalmaya razı olursa, malımın yarısı onundur.." 
Bunu duyan bir hamal :" Şu elimdeki ipten başka kaybedecek neyim var ki.." diye düşünmüş ve teklifi kabul etmiş.
Bir süre sonra da zengin adam vefat etmiş..Hamala "Hadi bakalım.." demişler.. O da yanından ayırmadığı ipiyle beraber zengin adamla birlikte kabre konmuş ve üzerleri örtülmüş..Gece olduğunda, sorgu melekleri gelmiş ve bir de bakmışlar ki, biri ölü biri diri iki kişi.."Ölü nasıl olsa burda, garanti, biz şu diriden başlayalım..." demişler ve hamala sormaya başlamışlar..."O ipi nerden aldın, onunla ne kazandın, kazandığını nerelere harcadın....." sabaha kadar hamalı doğduğuna pişman etmişler...Sabah olduğunda mezar açılmış ve herkes hamalı tebrik etmeye başlamış :" Helal olsun, başardın...Artık zenginsin, malın yarısı senin..." Hamal : "Aman" demiş..."Ben almayım, bir ipin hesabını verene kadar akla karayı seçtim.....